16 Ekim 2011 Pazar

Cunda…


Nerden başlasam, nasıl anlatsam diye hiç düşünmedim… Ben yemekten başlamalıyım, söz konusu Cunda olunca, ağzımın suyu ile yazıyorum yazımı…

Hmmm hmmmm hmmm… Hem kilo yapmıyor, bembeyaz sıcacık ve lezzetli, hem de ölmüş ve pişmiş olarak görünce heyecanlandığım tek hayvan… Öyle ben denizden ne çıksa yerim diye bir şey olmaz… Denizden lezzetli bir şeyler çıkmalı… Kokusuz, limon sıkmadan da damağınızda karıncalanmalara sebep olacak lezzette…

Eğer akşam yemeğine Cunda’ya düşecekse yolunuz; denizin hemen arkasına gizlenmiş, orda öyle tatlı tatlı yemekler pişiren; hiçbir otu doğada ziyan etmeden; yağı tamam, baharatı tamam, eşsiz lezzeti damağınıza küçük lokmaları ile bırakabilen balıkta, mezede öncü bu kasabanın sihirli ellerinden abartmamayı başararak bir şeyler yemelisiniz… Belki sizde benim gibi, balık öncesi mezelerin tadına bakarken, midenizde hiç yer kalmadığını fark edip, balıkla göz göze gelmeden mekândan ayrılmak durumunda kalan kişilerdensiniz… İnanın bu seçim için önerebileceğim hiç bir şey yok, bazen kendinizi tutmalı ve sadece balık ve salatanın keyfini çıkarabilecek cesareti göstermelisiniz… Hadi ama bunu yapabilirsiniz…J Martı sülalesinden gelmişiz biz, annem öyle söyler, yani öyle balık pişsin önümüze gelsin, öyle yiyelim yok… Biz balığın ayağına kadar gider, gagamızla yakalar, deniz kokusuyla mideye indiririz onu…
 

Söyle ki, Cunda’nın o taşlı, dar ve hatta sadece seni kabul eden; soğuk birer metal yığını olduğuna inandığını düşündüğüm arabaları sevmeyen insancıl sokaklarından geçerek sahile inen yolda aklınızda sadece birazdan ağzınızda dağılacak yiyeceklerin hayali olmalı…


Bence ilk durağınız Yunan ezgileri ile kulağınıza, mis kokulu anlamına gelen ismi ile beyninize ve lezzeti tarifsiz deniz börülcesi, ahtapot ızgarası, kalamarı ve güveçte karidesi ile “Moshos” olmalı…  Dışarıda ki masalar ile kasabayı yaşamak, sohbet etmek, ya da içeride müzik ve rakı ile dans etmek… Size bırakıyorum… Ama çipuranın böylesini yemediğinizi iddia ediyorum…

“By Nihat”da da mı meze yemek istiyorsunuz; neden olmasın… ? Gördüğünüz gibi bu bölgede Ayvalık tostuna hiç sıra gelmeyecek… Eğer diliniz, rakınızın yanında 25 çeşit mezenin tadına aynı anda bakmanıza izin veriyor ise; ne diyebilirim… Çünkü aralarından seçim yapamadan her birini deneyebileceğinizi sanacak, dur diyemeden midenizde ki bayrama şahit olacaksınız…



İlk kez denediğim Damla Sakızlı Kekikli Kalamar mı damağımda ki yoksa Soyalı Kurutulmuş Ahtapot Tava, Fener Balığı Kavurması, Lor Peynirli Börek, Zeytinyağlı Kaya Koruğu Otu, Kaşarlı İstiridye Fırın veya Zeytinyağlı Mantar mı? Ne önemi var ama değil mi? Nasılsa yeniden gittiğimde yeniden hepsinden bir parça çalacağım dudaklarıma… Hani sorsanız bana Gelincik Otu mu daha lezzetli yoksa Kodan Otu mu? Belki tarif edemem tek bildiğim aklımda kaldı ise bu isimler damağıma kazındığından lezzetleri… Hmm bir de dağ kekikli Ahtapot ızgara demiş miydim ben? Midem Ege de kaldı…

Papalina da yedim ben, nerde görsem tanırım demeyim, öyle görüp de tanıyabileceğiniz hamsiye benzetip kırabileceğiniz büyüklükte bir balık değil… Küçük ve narin...

Rakı-balığa doyanlar olacaktır aranızda, bu gece değişik ne yapmalı?… Şarap evlerini denemelisiniz mutlaka, sizi ait olduğunuz dünyadan alıp uzaklaştırana kadar Cunda, ev yapımı şarapların tadına bakabilirsiniz... Azıcık başınız dönmeden kalkmayın masadan derim ben… Kafanızda güzel şarkılarla yatağınıza yürümenin keyfi bambaşka… Sakızlı likör kokusu geldi burnuma, nasıl lezzet dolu, nasıl keskin ve baştan çıkarıcı… Daha fazla tarif etmiyorum ki siz kendi tarifinizi kendi kelimeleriniz ile yapabilin… Benim durağım “Vino Şarapevi” oldu, önce yaz akşamlarının vazgeçilmezi “Blush Leona” ile başladığımız çıtır sohbetimize, her çeşit ev yapımı likörün ağzımızda dönüştüğü karmaşık şölen eşlik etti… Tahta bir masa, daracık bir sokak, üzerimizden sarkan asma yaprakları, şimdi çakırkeyif olmuş kafanızda ki düşler de sizin…


Neden hep yiyecek-içecek diyeceksiniz? Burnuma dolup boşalan kokulardan sebep; Güzel koku nedir? Güzel koku sakızdır bence… Sakızlı kurabiye kokusu sarar sizi, Karadeniz Pastanesi’nin önünden geçerken… Sonra sıra sıra sakızlı dondurmacılar çıkıverir önünüze, içinizden söz verirsiniz yemekten sonra yemek üzere, ama verilen sözler tutulamayabilir elbet, balıktan sebep.
Cunda’nın serin ve tertemiz suyuna girmek için Ortunç Plajını tercih edebilirsiniz elbette, aslında bir otel işletmesinin özel plajı olan Ortunç Plajı nezih ve şık ortamıyla sizi konforlu hissettirecek ve mutlu edecektir. Ayrıca zengin menüsü ve ünlü konukları ile gününüze renk de katabilir. Giriş ücreti, 30 TL si içeride tüketilmek suretiyle; kişi başı 60 TL’dir.

Cunda’dan araç ile ulaşabileceğiniz Sarımsaklı bölgesinde kaldığınız butik otellerin kendi özel plajlarına girebileceğiniz gibi, söz konusu uzun Sarımsaklı sahilleri boyunca dilediğiniz plajda denizin keyfini çıkarabilirsiniz.

Bazılarınız zaten Sarımsaklıda kalıp Cunda’yı ziyaret etmeyi seçeceğinden onlar zaten Sarımsaklı plajlarından faydalanıyor olacak, ancak benim gibi Cunda’da kalıp Sarımsaklı ‘da denize girmek isteyenler için araç sahibi olmak rahatlatıcı olacaktır.

Aksesuarlarını İstanbul’dan ve çok pahalıya alanları incitmek istemiyorum ama birbirinden renkli, farklı, el emeği takıları 5-10 TL arası fiyatlar ile Cunda sokaklarında keyifle dolaşırken edinmeniz mümkün.

Eliniz, kolunuz, kulaklarınız ve boynunuz renk renk sawaroski taşlar ile dolu evinize döneceğinizden hiç şüphem yok…

Şeytan sofrası görsel ziyafetine gelince, TRT 1 de Bob ile resim yapma tekniklerini izleyenler için gerçek mi tablo mu yanılgısına sebep olacak bir resim burası… Yükseklere çıktıkça karşılaştığınız kalabalık sizi ürkütmesin, hatta manzara önünde çıkan ufak çaplı kavgalar da… Yerli yabancı herkes şeytanın ayağının peşinde… Nedir öyküsü? Yok, aslına bakarsanız bir öyküsü…

Şimdi zihnimde, o güzel rüzgârın kokusunu dağıttığı damla sakızlı kahvemi içerek Ayvalık ve Midilli Adalarına bakarak anlatıyorum. Patlamış bir Volkanın sofra şeklini alan donmuş halidir aslında burası, köylünün turist çekmek için uydurduğu bir de şeytan’ın ayak izi var, siz de Şeytan’a para kaptırmak isterseniz bozuk paralarınızı yollayabilirsiniz bir dilek eşliğinde…


Zeytinyağı’nın hakkını vermek istiyorum bir yandan, yediğim her şeydeki o lezzettin asıl sorumlusu zeytinyağı değil mi? Kendi soruma kendim yanıt bulmak istedim ve Cunda içinden zeytinyağı da satın almayı atlamadım. Sonuç mükemmel; orada yediğim hiçbir şeyi evde yapamıyorum ama çoban salatam eskisinden daha leziz…

Cunda için söylenecek her şeyi söylersem benim sözcüklerimin sizin izlenimlerinizin önüne geçmesinden endişe ederim… Ancak şunları söylemeden geçemeyeceğim; Cunda hala bir köy, ne güzel ki sokaklarında yayılmış, balkonlarından sarkan, kendi şivesinde konuşan bir halkı var, turizme teslim olmamış… Henüz Mc Donalds‘a ihtiyaç duymamış… O her biri ayrı bir fotoğrafta olmayı hak eden taş evlerini yavaş yavaş ziyaretçilerine açan bu güzel kasabada nerede kalırsanız kalın, güne erken uyanacaksınız… Her bir kapının önünde bir resim çektirmek isteyecek, kendinizi bir müzik video’su çekiminde aşağıya doğru yürüyen ünlü bir vokal gibi hissedeceksiniz…

İstanbul’dan hareket ile bu güzel adayı ziyareti kendilerine tatil seçenler için araç ile keyifli ve yaklaşık 500 km.lik bir yol söz konusu. İyi tatiller...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder